28 Şubat 2010 Pazar

taşınıyorum*

Küçük bir kasabanın dört ayri mahallesi varmış.

Birinci mahallede “Evet ama”'lar yasıyormuş. Evet ama’lar ne yapılması gerektiğini bildiklerini düşünürlermiş. Yapma zamanı geldiğinde ise "evet, ama" diye cevap verirlermiş. Cevapları hep yanlış olurmuş. Suçu başkalarına atmakta da ustaymışlar.

İkinci mahallede “Yapıcam”'lar yasarmış. Ne yapacaklarını bilirlermiş. Kendilerini yapacakları şeye adım adım hazırlarlarmış, ama yapacakları sırada şanslarını kaçırdıklarının farkına varırlarmış. Bu mahallede insanların dizleri dövülmekten yara bere içindeymiş. Yaşamı ertelememek için verdikleri kararı bile ertelerlermiş.

Üçüncü mahallede yasayan “Keşkeci”'lerin, hayati algılama güçleri mükemmelmiş. Neyin yapılması gerektiğini daima en isabetli şekilde bilirlermiş ama, her şey olup bittikten sonra. Keşke'cilerin de basları kanarmış hep, duvarlara vurmaktan!

Kasabanın en yeşil bölgesinde, en güzel evlerin olduğu mahallede ise “İyi ki yaptım”'lar otururmuş.

Keşkeci'ler bu mahallede yürüyüşe çıkar, etrafa hayranlıkla bakarlarmış.

Yapıcam'lar Keşkeci'lerle birlikte bu mahallede yürüyüşe çıkmak ister ama bir türlü fırsat bulamazlarmış.

Evet ama’lar ise mahallenin güzelliğini görmek yerine, ağaçların gölgelerinin yeterince geniş olmadığından, günesin daha erken saatte dogması gerektiğinden şikâyet ederlermiş.

İyi ki yaptım mahallesindeki insanların kusuru da, beyinlerinde mazeret üretme merkezlerinin olmayışıymış!


* * *

* yarın taşınıyorum ben de "iyi ki yaptım" mahallesine...

yarın hem 1 mart, hem de pazartesi ya...

benim gibi "her şeyi birbirine ilintilemeye bayılan tipler" için müthiş bir fırsat!

yeni bir gün, yeni bir hafta, üstüne üstlük yeni bir mevsim!

daha ne olsun?

kış bitiyor, bahar kapıda, içeri girmek üzere...

hadi uyanmak vakti!

27 Şubat 2010 Cumartesi

büyüklere masallar *

Dört tane mum usul usul yanıyordu...Ortalık o kadar sessizdi ki, mumların konuşmalarını duyabiliyordunuz...

Birinci mum dedi ki:
''Ben BARIŞ'ım.!Ama kimse benim yanmama yardımcı olmuyor.Sanırım yakında söneceğim.''
Alevi hızla azaldı ve sonunda tamamen söndü.

İkinci mum:
''Ben VEFA'yım! Ne yazık ki artık vazgeçilmez değilim.Onun için, bundan sonra yanıp durmamın bir anlamı kalmadı.''
Sözlerini tamamladığında esen hafif bir rüzgar onu tamamen söndürdü...

Sırası geldiğinde üçüncü mum, hüzünlü bir sesle dedi ki:
''Ben SEVGİ'yim! Yanacak gücüm kalmadı. İnsanlar beni unuttu, değerimi anlamıyorlar. En yakınlarını sevmeyi bile unuttular.''
Sevgi de daha fazla beklemeden sönüp gitti...

Ansızın! Odaya bir çocuk girdi ve üç mumun da yanmadığını gördü.

''Neden yanmıyorsunuz? Sizin sonsuza kadar yanmanız gerekmiyor muydu?'' dedi.
Ve ardından ağlamaya başladı...

O zaman dördüncü mum konuşmaya başladı:
''Korkma, ben yandığım sürece öteki mumları da yeniden yakabiliriz, ben UMUT'um!''

Çocuk parlayan gözleriyle UMUT mumunu aldı ve öteki mumları birer birer yaktı...




*internetten alıntıdır

bir dervişten nasihatler


Emanete ihanet etmeyin..
Halinizden şikayet etmeyin..

Büyüğünüze emretmeyin..
Boş şeylerde ısrar etmeyin..

Cahillerle sohbet etmeyin..
Nefesinizi boşa tüketmeyin..

İnsanları bekletmeyin..
Etrafınızı kirletmeyin.
Hayatinizi mahvetmeyin..
Kimseye minnet etmeyin.

İnsanları yüzüne karşı methetmeyin..
Kimseye küfretmeyin..
Kötülüğe meyil etmeyin..
Malınızı boşa sarf etmeyin..

Sırrınızı açık etmeyin..
Her şeyi merak etmeyin..
Suçunuzu inkar etmeyin..
Şerefinizi kaybetmeyin..
Vatanınızı terk etmeyin..

İyiliğe niyet edin..
Büyüklere hürmet edin..
Sıkıntıya sabredin.
Aza kanaat edin..

Sözünüzde sebat edin..
Bildiğinizle amel edin..
Hatanızı kabul edin..
Yaramaz ise def edin..

Varken tasarruf edin..
Alimlerle sohbet edin..

Nefsinizle inat edin..
Sofranıza davet edin..

Zararlıysa men edin..
Seviyorsanız ifade edin..

Kalpleri fethedin..
Misafire ikram edin..

Muhtaca yardım edin..
Bilseniz de istişare edin..

Tehlikeye dikkat edin..
Hakkı teslim edin..

Unutacaksanız kaydedin..
Esirgemeyin lütfedin..
Gariplere merhamet edin..

Kazanmaya gayret edin..
Çalışanı takdir edin..
Başarıyı tebrik edin..

Mazereti kabul edin..
Her an tevekkül edin..
Hastaları ziyaret edin..

Çocuğunuzu terbiye edin..

Herkese tebessüm edin..

Güvenseniz de kontrol edin..

İnanmayana ispat edin..
Fakirleri gözetin..
Hayır için sarf edin..


26 Şubat 2010 Cuma

beyninize iyi bakın

Dün bir de aşağıdaki yazı ilişti gözüme. Yedek HDD'mdeki bir klasörde, temizlik yaparken rastladığım bir yazı...

"Beyin" dedik ya dün...


BU HAFTA BEYNİNİZ İÇİN BUNLARI YAPIN*

Mümin Sekman’ın hazırladığı “Bu hafta beynine iyi bak!” adlı “beyin kullanma kılavuzu” kitapçığından birkaç alıntı:

  • Beyin açık havada ve ayaktayken daha iyi çalışır. Önemli kararlarınızı açık havada yürürken alın.
  • Yabancı bir dil öğrenme ve ezber beyni güçlendirir. Her gün birkaçyeni kelime öğrenin ve kullanın.
  • Zihinsel jimnastik yapın. Bunun için başta Sudoku olmak üzere bulmaca ve satranç gibi oyunları kullanabilirsiniz.
  • Zihinsel rutinlerinizi kırın. Bazen telefonu sol elinizde tutun, çantanızı diğer elinizde taşıyın, evinize başka bir yoldan gidin.
  • Zihinsel zevklerinizi zenginleştirmek için her gün mutlaka iyi bir özdeyiş kitabından, birkaç cümle okuyun. Güzel bir resme bakın.
  • Sevdiğiniz bir müziği gözleri kapalı dinleyin.
  • Bir konu hakkında düşünürken, nasıl düşündüğünüzü de gözlemleyin. Düşünmek üzerine düşünmek, düşünce kalitesini artırır.
  • İyi bir uyku kaliteli bir beynin temelidir. 24 saati geçen uykusuzluk sarhoşluğa benzer bir şekilde beyin fonksiyonlarını etkilemektedir.
  • Bol ve temiz “birinci el” oksijen beyin için çok önemlidir. Beyin vücuda alınan oksijenin dörtte birini tek başına tüketir.
  • Farklı düşünme tarzları beyni geliştirir. Çocuklar ve hayvanlarla daha fazla vakit geçirin. Sizden farklı düşünen insanlarla konuşun.
  • Kullanılmayan organ körelir. Sürekli TV seyrederek beyninizi düşük viteste çalıştırmayın. Beyninizin sınırlarını zorlamayan etkinlikler, beyninizi geliştirmez.
  • Beyin diyeti yapın. Beynimiz “garbage in garbage out” ilkesine göre çalışır. Yani beninize çöp girerse, beyninizden çöp çıkar. Beyninizi neyle beslediğinize, midenizi neyle beslediğiniz kadar dikkat edin.
  • Kafanızda en çok neyi düşünürseniz, hayatınızda onu çoğaltırsınız.
  • Günde aklımızdan 60 bin ile 80 bin arası düşünce geçer. Bu düşünceler ne hakkında?
  • Beynimiz kendisinin nasıl çalıştığı hakkındaki bilgi ve inançlarına göre çalışır. Beynin çalışması hakkında yanlış bilgilere sahip olduğumuzda, beynimiz de yanlış çalışır.
  • Başarı beyinde başlar. İnsan “kafadan” kaybeder!

*internetten alıntıdır

25 Şubat 2010 Perşembe

yolculuk

Sabah işe gelirken, bir dosya aramak için dolabımı açtığımda buluştum onunla... Bir defter ve içinde föylere yerleştirilmiş kağıtların olduğu bir dosya. İkisi de KIRMIZI. Şöyle bir karıştırdım ama vakit yok, attım çantama, sonra bakarım diye... Şimdi bir kahve molası verip, sayfalarını çevirdiğimde kendimle gurur(!) duydum. "Bre bre bre... Ben ne çok emek vermişim teori boyutunda bu işe yahu!" diyerek çevirdim sayfaları. Aldı götürdü beni o sayfalar çoook eskilere...


devamı gelecek...

* * *

Deftere baktım da; kaç kere yeni bir tarihle başlangıç yapılmış, kaç tane giriş yazısı var, hepsi de "haydi, bu sefer olacak" diyen...

Sevgili diyetisyenime gitmeye başladığım zamana denk geliyor defteri tutmaya başlayışım:
  • Notlar almışım söylediklerinden, haftalık kontrollere gitmeden sorular hazırlamış, cevaplarını yanlarına notlar düşmüşüm...
  • Sonra çizelge yapmışım, yediklerim, yemediklerim, yaptığım sporu ve zamanına kadar yazmışım bu çizelgelere.
  • Çetele tutmuşum bazen; "meyve grubu (-1)" diye yazmışım mesela, 1 meyve hakkımı yemediğimi hatırlatmak için kendime...
  • İpin ucu kaçmışsa, kızgın suratlar çizmişim, fırça atmışım oradan da kendime...
  • Sonra... Sonra birden kesilmiş yazdıklarım, 2 boş sayfa ve arkasından "yeni bir sayfa" açılmış, aylar sonrasının tarihi olan ve klasik "olmadı, yeniden başlıyorum, hadi bakalım göreyim seni" içerikli bir yazı...

Üç sefer diyetisyenimle,
1 sefer akupunkturla ve
saymadığım kadar da kendi başıma bir şeyler yapmak üzere
başladığım yolculuklarımı anlattığım bu defter ve diyetisyenimin verdiği listeleri titizlikle föyleyip arşivlediğim kırmızı dosyam ile çıktığım anılara yolculuk böyle başladı işte...


Alıntılar yapacağım oraya yazdıklarımdan, notlarımdan ama kısaca şöyleyeceğim şudur kendime:

Ey blogger!

Demek bu iş, bu motivasyon işi "senin için" yazmakla çizmekle olmuyor. İstediğin kadar bloga yaz, deftere yaz, notlar al, düzgün arşivler yap... Eğer sen bunu kalbine, beynine yazmamışsan, nafile çabalıyorsun. Başarmış gibi görünsen de dönüp geldiğin nokta hep hüzün, hep hayal kırıklığı.

Tek bir iyi yanı varsa yazmanın; sonradan okuduğunda, "yine yeni bir başlangıç aşamasındaysan şimdi olduğu gibi",
yaşadıklarından dersler alabilirsin, aynı dönemeçlerde aynı hatalara düşmezsin (o da belki)...

Ben sana başka ne diyeyim!

24 Şubat 2010 Çarşamba

Yutkunuyorum, yutkunuyorum, boğazımdaki düğüm geçmiyor!

Hava yine bulutlu. O kasvet mi ruhlarımızı daraltan, yoksa içimizdeki karamsarlık hali mi havayı bu hale getiren...

Yok ama geçecek. Mümkün mü gece dönmesin gündüze, karanlıklar yer açmasın aydınlığa...

Sadece zaman lâzım ve sabır... Bu da geçecek, biliyorum. Sadece gücüme gidiyor, üzülüyorum.

Aşağıdan müzik sesi geliyor. Çocuklar sene sonu için folklor çalışıyorlar. Bir kez daha yutkunup, müziğe eşlik ediyorum:


Hoş Gelişler Ola, Mustafa Kemal Paşa
Askerin, Milletin, Bayrağınla Çok Yaşa!

20 Şubat 2010 Cumartesi

cumartesi

Ben ki bulutlu, kasvetli, yağdı yağacak havaları severim. Böyle olmasına rağmen, sabah işe gelirken içim daraldı resmen! Bunda biraz da kardeşimin arabada unuttuğu cd'nin payı var. Sabah kontağı çevirir çevirmez arabayı dolduran müthiş ezgi ve o harika yorumla işe gelene kadar mest olmuş vaziyetteydim...

Aslında bugün çok da işim olmamasına rağmen, bilmem neden, işyerinde olmak istedim. Sabahtan yapacaklarımı hallettim, sonra da başladım bloglararasında gezintiye... Bunu çok yapamıyorum, çünkü başlayınca içinden çıkamıyorum. Her girdiğim yeni blog beni bir başka bloga yönlendiriyor, derken sayfanın üstünde "yeni sekmede aç" komutuyla dizilmiş sıra sıra blog güzelleri, oku oku bitmez! Şimdi de aynısı oldu. Saat nasıl geçmiş, anlamadan tükettim zamanı, çıkmadan "2 satır da kendi bloguma yazayım" dedim...

Ne kadar şanslıyız! Bilmek, öğrenmek isteyen için nasıl da nimet şu internet. Ucu yok, bucağı yok. Ama seçici olmak, hele de çocukları doğru yönlendirebilmek ve denetlemek çok önemli. Her ne kadar bilgisayar ve internet "oyun" demekse de çoğu için (benimkiler de dâhil), zamanla yerleşecektir doğru ve yerinde kullanma bilinci...

... ve bloglar! Ayrı ayrı dünyalar, insanın içine çekildiği... Bazıları nasıl da sıcak! Gidip kapıyı çalsam, yabancılık çekmeyeceğim bir yer olarak imgeleniyor zihnimde... Öyle içten! Kim sıkmışsa canını, gidip beraber hesap sormak geliyor ya içimden, sonra duruyorum. Acaba "oynayan, -miş gibi yapan"lar da yok mudur? Kesin vardır. Ama sezgilerime güveniyorum ve "ben zaten onları okumam ki" diye omuzuma vurarak teskin ediyorum kendimi.

Zaten "aldatan kendini aldatır" her zaman, "benim burada 15 ocaktan beri kendime yaptığım gibi..." diyerek keskin bir dönüş yapayım kendime doğru (bkz. bir önceki yazı).

Acaba bir süre "diyet, rejim, spor, vs." konularında yazmasam mı? Bu blogun varoluş sebebiyle çok çelişkili bir düşünce. Yani "ben bir süre yazmasam mı?" demek bu aslında ki, onu da düşünmedim değil. Ama her gidişim, ardından uzun süreli bir çöküş dönemi, sonra toparlanıp yuvaya dönüş ile nihayet bulmuştu... Bu sefer çöküntü falan yaşamak niyetinde değilim de "yapmak istedikçe yapamamak" ve "kendini kandırmak" moral bozuyor. Demek ki bir türlü hazır olamadım, giremedim o moda!

Kısacası bahane çoooook... İstemediğin kadar! Ama bizi ilgilendiren maalesef Hatice değil. Neticeye bakarız biz!
11 gün sonra çıkacağın tartıda yaşayacağın şok ve o anda gireceğin depresif mod, yukarıda bahsettiğin "ay hazır değilim galiba, giremedim ben o moda bir türlü" laflarını yedirecektir sana, umuyor ve diliyorummm!

ŞIMARIK!



hamiş: bu yazı hafta sonu için "öylesine bir yazı" olacaktı ama kendime "fırça" ile sonlandı.
yazı bitti, okudum, tuhaf oldum, utandum, yanaklarım kızardı, içimi ateş bastı! silmek istedim ama "cıs" dedi içimdeki... "4 mart'da gel, tekrar oku bu yazıyı, altına da "hamiş2" diye not düş hislerine ait..." diye de devam etti... o yüzden kalıyor böyle! kimseye iltimas yok, herkes hakettiğini yaşar, hakettiğini işitir :(

19 Şubat 2010 Cuma

ben bana karşı!

Yok yok, böyle olmuyor.

Bana bir acil eylem plânı lazım!

Lazım da nerden bulsak, nereden alsak?

Kimden istesek?

Arkadaş, eş, dost?

Sorsak soruştursak, acaba ellerinde fazla "acil eylem plânı" olan var mı?

Kulllanılmış da olabilir, hatta daha iyi olur. Böylece "tuttu, tutmadı" diye oyalanmamış da oluruz! Al, uygula, garantili sonuç...


* * *

Ben çok sıkıldım kendimden. Gerçekten! Gidesim var ama gitmeye bile takatim yok! Bana bir şeyler olmalı ve kendime gelmeliyimmm...

Konuşuyorum, yazıyorum, okuyorum, motivasyon adına ne gelirse aklıma yapıyorum. Tüm bunları ben bana değil, komşunun kızına yapıyorum sanki!

O motivasyon anlarına coşkuyla eşlik eden ben, arada fırsatını bulur bulmaz kaytaran öbür benle nasıl başa çıkacağını bilemez oldu! Arada olan ise "zavallı ben"e oluyor!

Galiba "ya tamam, ya devam" durumlarına geldik...

Hadi gari, yetti gari!

Şu deveye şu hendeği atlatalım artık...

18 Şubat 2010 Perşembe

"eski ama eskimeyen bir yazı"

"Yaşam, insanlara bazen ne zor seçimler dayatıyor.

Tanju Okan'ı hatırlayın mesela. Bir insanı, sol bacağıyla, hayatı arasında bir tercihe zorlamak kadar sevim­siz ne olabilir?
"Eşyalar toplanmış seninle birlikte/anı­lar saçılmış odaya heryere/sevdiğim o koku yok artık bu evde/sen...kadınım" diyen o gür sesin sahibinin ölmeden önce bir bacağını
yaşamına diyet olarak vermesi sizi de "seçim"e isyan ettirmiyor mu?

Ama bazen seçim imkansız gibi görünse de kaçınılmazdır.

Bazıları diyor ki; "Bu yaşam tarzı da Tanju Okan'ın kendi seçimiydi. Alkolle zehirledi vücudunu... dur durak din­lemedi".

Peki o tercihin nedeni neydi?

Bir yanda şöhret, kudret, para ve renga­renk bir hayat gözkırparken, neden dev bir sanatçı, yalnızlığı ve alkolü seçer..? Neden, pırıltılı bir yaşamın getirisinden vazgeçer?

Yaşamı bir gelir-gider çizelgesi olarak al­gılayanlar elbet bu seçime ilişkin sağlıklı bir "yoklama" yapamazlar. Çünkü onlara göre rasyonel bir insan seçim yaparken öncelikle "güç, kudret ve iktidar şansı" arar. İktidar şansı ol­mayan partilere oy verenler, mutluluk uğruna istikbal şan­sını tepenler, sevdiği kadının kokusu yok diye yaşadığı evden vazgeçenler, her talihsiz borsa oyuncusu gibi sonuçta kaybetmeye razı olmak zorun­dadırlar.
Lakin başka borsalarda, başka değerlerin prim yaptı­ğını göremezler.

Bazen bir inzivada dolu dolu ve sevgiyle yaşanmış kısacık bir dönemin, şöhretin sahte ışıkları altında parlatılmış upuzun bir hayata tercih edilebileceğini ve bu tercihin insana her türden finali gözealdırabilecek derin bir tutkuya dönüşebileceğini anlayamazlar.

Seçimde oylarını istikbal garantileri yeri­ne tutkularından yana kullananlar ise, bu tercih sırasında olduğu gibi bedeli öderken de tek başına kalırlar.

İngiliz Kralı 8. Edward sevdiği kadın için tahtını terkettiğinde de kimse bu tercihe anlam verememişti. Çünkü "ge­çer akçe" olan "taht'tı ve bir ka­dın için koca imparatorluğun ni­metlerim tepmek "akıl dışı" sayılıyordu.

Birisini herşeyden vazgeçebi­lecek kadar çok sevmenin, insa­nın başına, hiçbir tacın sağlaya­mayacağı türden bir asalet hal­kası takacağını düşünemediler.

İngilizler, tahtsız kralın ardın­dan dövüne dursun, tahtsız kral da sevgisiz İngilizlerin haline acıdı durdu hayatı boyunca...

***

Bir kez daha yazmıştım; "her seçim bir kaybediştir" diye...

Her tercih bir vazgeçiştir çünkü...

Sabah işe gitmekle, yatakta nefis bir mis­kinlik fırsatından vazgeçmiş olursunuz. Kalkar kalkmaz hayat binbir seçeneği da­yar burnunuzun ucuna... "Ne giysem" telaşından, öğle yemeğinde "Ne alırdınız" diye başucunuzda biten garsona, "hangi kanal­daki filmi izlesem" kararsızlığından, "bize oy verin" diye bağrışan partilere kadar herşey, herkes, her an sizi ısrarla bir tercihe zorlar.
Yastığınıza teslim olmuşsanız, belki dışarda ışıl ışıl bir günden vazgeçmiş olursunuz. Bahar esintileri taşıyan bir elbise belki o gün yaşamınızı ışıldatabilecekken, ağırbaşlı bir sadeliğe karar vermekle muhtemel bir tanışıklığı tepersiniz. Belki yemediğiniz musakka, ısmarladığınız İzmir köf­teden daha lezzetlidir. Ya da öbür kanal­daki film, o anki ruh halinize daha uygun­dur.
Ama yaşam, vazgeçtiğiniz şeye ilişkin ipucu vermez. Geri dönüp, o günü gökkuşağı desenli bir elbiseyle yeniden yaşama şansınız yoktur.

Bu seçim oyununda vazgeçtiğiniz şey, seçtiğinizden daha değerliyse pişmanlık kaçınılmazdır.
Ama neyin değerli olduğunun kararı da yine size aittir.

Ve vazgeçtiğiniz şey bazen bir saray, ba­zen şöhret sahnesinin parıltılı neonları da olsa, çoğu zaman gözünüz hiç arkada kal­maz.

Çünkü duvarlarına sevdiğinizin kokusu sinmiş bir ev ya da sevdiğiniz kadınla pay­laşamadığınız bir saray sizin borsada kolay feda edilebilir değerlerdendir.

Hayata bir başka gözle bakmayı öğrendiyseniz, bu seçimde kazandıklarını sananlara yalnızca acıyarak gülümsersiniz.

Herşeyin sıradanlaştığı bir dünyada ba­zen kaybetmek en doğru seçimdir.

... ve o dünyada en yerinde tercih; vazge­çiştir."

Can DÜNDAR

15 Şubat 2010 Pazartesi

... ve perde!

PERDE I



Seviyorum sabahları kızarmış kendi yaptığım köy ekmeğinin üzerine tereyağ sürüp veya kırmızı biberli kekikli zeytinyağına banıp yemeyi.


Mutfağa su içmeye gittiğimde, tabaktaki çifte kavrulmuş lokumdan 1 tane, 1 tane daha, belki son bir tane daha atıp ağzıma, sonra su içmeyi...


5 çayının yanına sadece kendim için bile olsa kısır yapmayı, gece çayın yanına tatlı yoksa bol fıstıklı irmik helvası kavurmayı ve yemeyi, yedirmeyi...


Aklıma estikçe veya gönlümü gezdirdikçe, canım sıkıldıkça bir şeyler atıştırmayı, gözüme kestirdiğim ne ise ağzıma atmayı...


Seviyorum ama "o kriz anı geçtikten sonra da bir çöküş, bir mutsuzluk sarıyor içimi..."


Geriye kalan şişkinlik, hüsran, bezginlik, kendini suçlama...


Bu kısırdöngü içinde "yuvarlanıp gitme sözüne yakışır şekilde" yusyuvarlak, tostoparlak bir şekilde hayata devam etme..





PERDE II



Sabahları gözün reçelde, sıcak poğaçalarda doymadan sofradan kalkmak,


Ara öğünlerde alışık olunan kurabiyelerden, çikolatalardan atıştırmak yerine "sağlıklı" seçenekleri tercih etmek zorunda olmak,


Susamadan su içmek,


İkindi çayında, arkadaşların ev yapımı kurabiyelerin nefasetinden bahsederken, kemirdiğin "sunta" bisküvilerinin de nefis olduğunu mırıldanmak,


Sebze ve tavuk haşlamanın tabaktaki son kırıntalarını toplarken, eşe bol kıyma soslu makarnadan 2. tabağı doldurmak,


Akşam yemeğinden sonra, 1 bardak bitki çayı ile yetinmek zorunda olup; ev halkına meyve, baklava, kurabiye, kuruyemiş servisi yapmak ve o an için dokunulmazlar yüzünden, kendini kötü hissetmek...


Sevmiyorum işte o zamanları...


Sevmiyorum ama "o kriz anı geçtikten sonra da; bir mutluluk, bir gurur sarıyor içimi..."

Geriye kalan; hafiflik, umut, neşe ve gurur...

Kritik dönemi atlattıktan sonraki zamanlarda; karnımın guruldamasını çok seviyorum, bir sonraki yemek saatini özlemeye bayılıyorum, 1 kurabiye hakkımı tadına vararak yemek beni mest ediyor, "aa, nasıl başardın?" sorularına cevap vermekten hiç yorulmuyorum...

* * *

"Hayat sahnesinde, hangi perdede olmak istiyorum?" diye çok sordum kendime.
Zigzaglarım da oldu ve de olmakta ama benim rolüm II. Perde'de...

Arada unutsam da ezberlerimi, olsun!

Dönmek yok! "... ve perde!" deyip devam oynamaya...

12 Şubat 2010 Cuma

spor 3

Spor ile ilgili arayışlarım sürerken, evde bulunan ve bir gazetenin verdiği "Nivea Body Cd" si ve ayrıca bir tenisçinin (adını unuttum) fitness cd'si geçti elime. Bir de bunları deneyeyim derken, Mehtap'ın bir okurunun "Leslie Sansone"dan bahsetmesiyle, kendimi bu adreste buldum.

Forumda konuyla ilgili tüm girişleri okudum, her zaman yaptığım gibi notlar aldım. Günün sonunda,elimde uzun bir liste ve açıklama metni vardı. Lesslie Sansone'u araştırırken, karşıma Turbo Jam, Callenetics , Slim in 6 gibi başka türler de çıktı. Maymun iştahlılıkla, hepsinin linkini bir word dosyasına kaydettim.

Ve bir cumartesi günü Leslie Sansone ile yürümeye başladım O'nun "walk walk walk" çağrısı eşliğinde çok da keyifli gitti yaklaşık 3 hafta kesintisiz... Tâ ki seyahate çıkana kadar... Zaten gezi esnasında da devamlı "walk walk walk" modunda ve hızlı çekimdeydik. Belki de -belki değil aslında kesinlikle- bu yüzden kilo almadan döndüm.

Şimdi yine başlamak istiyorum. Videolar bilgisayarımdaydı, dün akşam cd'ye attım. Artık daha keyifli yapabilirim hareketleri TV karşısında.

Konuyla ilgili notlarımı da paylaşırım ama siteden iki alıntı ile bitiriyorum:

"... Leslie kardiyodur yani kalori yaktırır ve kilo vermenize yardımcı olur ama şekillenmek istiyorsanız yanına (Pilates, Callenetics, Slim in 6... gibi)başka şeyler ilave etmeniz gerekir."

***

Dikkat! Bu bölüm "alıntılanan linkler çalışmadığı için kaldırılmıştır". Linkler ve bilgi için bu adresten faydalanabilirsiniz...

***

not: rapidshare ile indirilecek çok dosyanız varsa, "JDownloader" programını indirin... çok faydalı bir program... pc'nin başında nöbet tutmanıza gerek de kalmıyor...


Hadi bakalım, "walk walk walk" diyelim ve başlayalım. Bu kadar pineklemek yeter!

hayırlısı

Babam kullanırdı bu sözü:

"keşke'yi ekmişler de, bitmemiş..."

Çok kullanmadığım bir söz. Ne geçmiş için, ne de geleceğe dair temenniler için...

Çünkü geçmiş geri gelmeyecek. Hayıflandığımız ne varsa geçmişe dair, ders alabiliyor muyuz; o önemli... Ayrıca şimdi "tüh!" dediğimiz bir olayın oluş sebebiyle ve uzantılarının etkileriyle ilgili gerçekleri bilmeye de gücümüz de yok ki... Bize "şer" görünse de, aslında "iyi" olabileceğini bilir miyiz de isyan ederiz?

Gelecek için "keşke" demek; belki umut etmek için güzel ama "o istenen her ne ise, bizim için hayırlı mı, bilemeyiz" noktasına odaklandığımdan beri içsel olarak, cümlemin sonunda "eğer hayırlıysa" diye ekleme yapıyorum hemen "keşke" demeden...


Öyleyse, şimdi bu çöküntü neden?


Neden yanlış olduğunu bile bile aynı hataların yapılmasına sessiz kalıyor, sonra da üzülüyorum ya da sonunu bilmeden çok istiyorum falanca olayın gerçekleşmesini...



Kendime kızıyorum kendime...


Duruşum bu, içim bu... Ama dışarı yansıyanlar bazen çook farklı olabiliyor. Bazen, bazı durumlarda, insanları kırmamak adına, benden farklı bir ben çıkıyor ortaya... Sonra da kızıyorum, bu "sonradan çıkma ben'e"...



Sorun içselleştirme ile ilgili aslında ya, dur bakalım hayırlısı!

10 Şubat 2010 Çarşamba

tuş olma ve akılcılaştırma!!!

Tuş oldum!

Evet, bu bir itiraftır: Dün gece tuş oldum!

Akşam eve gittiğimde, bir tarafta eşimin aldığı kurabiyeler, diğer tarafta ablamın getirdiklerini görünce önemsemedim. Nasılsa yemeyecektim. Yemek menüm son derece güzel ve doyurucuydu:


Tavuk göğüs şnitzel fırında ,
ıspanak, ,
brokoli,
mantar sote,
yoğurt,
1 dilim ekmek

Daha ne olsun, doydum çok şükür!

Sonra çay faslı yaklaştığında içim kıpırdamaya başladı. "Hayır" dedim. "Asla!"

Ama unuttuğum bir şey vardı: "Asla Asla Deme!"

Zil çalıp bir de "çocuklar seviyor" diye komşum kocaman bir kase yağlı, tuzlu patlamış mısır getirmez mi?

Kesin benim dün gece "verilen sözün tutulması" üzerine imtihan gecemdi!

Ama çaktım imtihanda!

Önce, çocuklar "biz yemiycez" dedikleri için kasedeki mısırları hallettim. Neyse ki, sonuna doğru küçük oğlum yetişti de bir kaç kalori eksik almış oldum :(

Ardından, afiyetle ve sakinlikle müthiş kıyırlıktaki un kurabiyelerinden, susamlı kıyır kıyır kandil simitlerinden, süper kıyır ve lezzetteki kahkelerden güzeeelce yedimmm!!!
(ne kadar kıyır o kadar yağlı demek, altını çizelim!!)

Bitti mi hayır, bitmedi! Bir de yatarken 2 kaşık mı desem 3 kaşık mı, Nutella!

Bunu ":("ve utanma smileyi olarak da bunu ":S" ,
duygularımın bir ifadesi olarak sunsam...

Tüm bu "yeme" süreinde, aklımdan geçen cümleler şunlardı:

"Hafta sonu cuma-cumartesi-pazar(14 şubat:)), seyahate çıkıyorum... Eşimle keyif gezisine... Eee, liste bozulacak mecburen! O halde, şimdiden kaçamak olabilir...Pazartesi baştan başlarsın artık... Zaten regl dönemim de yaklaştı ve canımın çok tatlı istemesi bundan... Bünyeye eziyet etmeyelim...vs..vs..vs..."

Bugün durup düşündüm; benim bu durumuma, bu psikolojik yeme bozukluğuma kılıf yaptığım, kendimi inandırmak ve haklı çıkarmak için söylediğim bahanelere ne deniyordu diye...

Üst Başlık:
Psikolojik Savunma Mekanizmaları

Alt Başlık:

AKILCILAŞTIRMA (RATIONALIZATION)*
Anxietenin gücünü azaltmak amacıyla ve çoğu kez yadsıma mekanizmasıyla birlikte kullanılan akılcılaştırmada, iki temel savunma öğesi bulunur.
(1) Kişinin davranışını haklı göstermesine yardımcı olan öğe,
(2) Ulaşılamayan amaçlara ilişkin düş kırıklığının etkisini yumuşatan öğe. Örneğin; o gece arkadaşının daveti üzerine onunla yemeğe ve sinemaya gittiği için ertesi günkü sınavına hazırlanamayıp kötü not alan öğrencinin, gitmeseydi arkadaşını kırıp üzecekti ve ayıp olacaktı düşüncesiyle avunması da akılcılaştırma türünde bir savunma mekanizmasını harekete geçirmektedir.

*yazının tamamı burada...

Sonuç:

Gezi -maalesef- iptal oldu!
Bahanelerim masal oldu!
Ben de tuş oldum!

Uzun uzun ağlasam diyorum :((((((

8 Şubat 2010 Pazartesi

XXL'den M'ye

Hedef koymak önemlidir ya, "hedefi olmayan gemiye hiç bir rüzgâr yardım edemez" ya, yuvarlak ve uçuk bir hayaldense reel bir hedef etkilidir ya sonuca ulaşmak için... İşte bunun için, "ben de hedeflerimi daha bir elle tutulabilir şekilde ortaya koymalıyım" dedim...

Mesela önceden; "kilo vereceğim" veya "sağlıklı beslenerek zayıflayacağım" gibi sonsuzlukla sınırlı hedeflerle yuvarlanır giderdim... Allah ne verdiyse, nereye kadar giderse kilo vermem oraya kadar da devam ederdim.

Şimdi yakın hedeflerim ve uzak hedeflerim var. Bunların yanlarına "tik" koyarak ilerleyeceğim:

  • ilk 10 gün fiziksel olarak daha hareketli olunacak ama henüz spora başlamıyoruz
  • İkinci 10 günden itibaren sabahları yürüyüş bandı, geceleri fitness
  • Her gün aynı hareket, aynı spor programı yapılmayacak, internetten indirdiğim farklı programlar kullanılacak... "şaşırtma" burada da var :)
  • Mehtap'ın Listelerinde tüm haftalara titizlikle uyuyoruz... Kaçamak olmamasına gayret ediyoruz ama olursa dengelemeyi de biliyoruz :)
  • "haftada yarım kg. verilmesi normaldir" der uzmanlar... Buna göre ayda 2 kilo gitmesi gerekiyor. Bu en az miktar olmalı bence... Ayda 4 kilo da üst sınır olmalı ki sağlıksız bir durum çıkmasın ortaya..
  • 84'lere gelindiğinde birkaç hafta sabitleme yapmak lazım..
  • Hazirana kadar 15 kilo kaybedilmiş, 70'li rakamlara merhaba denmiş olacak!
  • 70'in neresinde duracağımı bilmiyorum. Bununla ilgili hesaplamalar için henüz çok erken zaten :)

Geçen seyahatimde bir sürü kıyafet aldım. Zaman yoktu, öyle hızlı bir alış-verişti ki... Beğendiklerimi kollarıma ata ata reyonların arasında bir jet turu neticesinde, neler aldığıma ancak Türkiye'ye döndüğümde bakabildim.

Aldığım kıyafetlerin hemen hepsi 44 , bir ikisi de 46 beden! Ben şu anda 48 giydiğime göre, aslında bu bilinçaltı davranış çok güzel anlatmakta benim hedeflerimi... Fazla söze gerek kalmadan...

7 Şubat 2010 Pazar

pastalara son veda*

* Sizin semtte de bağırır mı pazar esnafı (buna da yasak geliyormuş ya, geçen haberlerde söylenen doğruysa: artık bağırmadan-çığırmadan satış yapacakmış pazarcılar); bitmekte olan sezona ait tarlasında, bahçesinde kalan son sebze & meyveyi satarken:
"hadi bakalım, lahanaya son veda..."
"haftaya yok! can eriğine son veda... kaçırma..."

İçinde "veda" geçiyor ya, sebzeye & meyveye de olsa veda ediyor olmak, üzülürüm ben... Bu yüzden hiç aklımda yokken eve erikle, lahanayla dönmüşlüğüm çoktur :)

Bugün bir yandan fırında pişen pideleri kontrol edip, diğer yandan pastayı süslerken, aklıma geliveren bu çağrışım gülümsetti beni de, hadi dedim yazının başlığı böyle olsun...


Diyorum ya günlerdir mutfaktayım ve uzuuuun zamandır ara verdiğim o keyifli mutfak saatlerini tekrar yaşıyorum. Her güne özel yeni tatlar, tatlılar, tuzlular, yemekler... Çocuklar mutlu, eşim mutlu, konu komşu mutlu ama en önemlisi ben çok mutluyum.

Ama bitti! Bugün kıymalı pide, sucuklu-kaşarlı pide, peynirli patatesli börek, pizza, çilekli pasta ile bu dönemi kapattık.

Yani bugün pastaya böreğe, hamur işlerine SON VEDA idi anlayacağınız...

Yarın "ee, nerede kalmıştık?" diye başlayacağım güne kısmetse ve koyduğum hedefleri tutturacağım bu sefer... Ne hedef mi koydum kendime?

Hadi bundan da yarın bahsedeyim...

4 Şubat 2010 Perşembe

ayın 4'ü yine...

Evet, yine ayın 4'ü olmuş...


Ne zamandan beri; ne saatten haberim var, ne takvimden... Sabahlar akşamlara, günler haftalara karışmış bir süredir ve sadece yarışıyorlar birbirleriyle... Ne zaman diğer dilime geçiyoruz, farkında bile olmadan yaşıyorum bir süredir.


Şikayetçi miyim, asla!


Özlemişim böyle koşturmadan uzak, anı yaşamayı... İyi geldi aslında.


Gece gündüz açık olan bilgisayarımı sadece "tarif aramak" için kullandım son 10 gündür... Bilgisayarda gece yarılarına kadar üzerinde çalıştığım projelerim, son rötüşları için bekleyedursun, ben "ev hanımı" ve "anne" moduna iyice kaptırdığım için, dönüp bakmadım bile...


Bugün ayın 4'ü olmasa, "hayata dönüş" olmayacaktı yine... Ama artık yavaş yavaş "bu tarafa" geçme vakti... Okulların açılmasına, tatilin bitmesine ne kaldı ki...


* * *

Ocak 15 itibariyle başlayan tatilimizin ilk 10 günü başka yerlerde, başka diyarlarda geçti, çok da güzeldi. Uzun uzun anlatmak, belki fotoğraflar paylaşmak mümkün değil şimdilik ama, söyleyebileceğim (bu blog açısından en önemli bilgi olan) "nasıl da çok yediğim!"


Gerçekten, ipun ucu öyle böyle değil, inanılmaz kaçtı!


Değişik tadları keşfetme aşkı veya misafirperverlik adına yapılan inanılmaz ısrarlar, bu doz aşımının temelleriydi. Buna rağmen, bu "ağır" mesaiye rağmen, döndüğümde "gram" bazında da olsa kilo verdiğimi görmem, nasıl keyiflendirdi anlatamam.


Sonrasında eve dönüş ve 10 gündür "isteyerek, dileyerek, keyif alarak" mutfakta olmak, vicdan azabı falan duymadan da her yaptığımdan "tadımlık değil, doyumluk" denen ölçülerde yemek...


Bugün tartılma günümdü ya, sabah çıkarken tartıya, başladım korkmaya, dua etmeye! Aldım biliyorum da çok olmasın n'oolur!!! Tekrar tekrar indim çıktım... Gördüğüme inanamadığım için... Eşim odaya geldiğinde yatağın kenarına oturmuş, düşünüyordum.


-N'oldu? dedi.
-Ya, sen de tartılsana... Tartı mı bozuldu, yoksa hastalandım mı ben? O kadar yemeye, kilo almamışım, nasıl olur!!!


Eşim de tartıldı, tartı bozuk değil.


Troidimi kontrol ettirmeliyim belki, hipertroid yaşamıştım bir kere daha... "Yersin ama zayıflarsın" belirtilerden biridir ya... Diğer belirtiler yok Allah'a Şükür! Ama başka ne olabilir?


Bu kadar yiyip, sadece 300gr. almak, nasıl açıklanır?


Neyse ki;

  • okullar açılıyor,
  • hayatım normale dönüyor,
  • Mehtap'ın listelerinin birinci haftasına başlanılıyor,
  • sporda (henüz yazamadığım) Leslie ile yürüyüşlere devam ediliyor

inşallah...



Mehtap'ın da dediği gibi, istersem yaza kadar 20 kilo verebilirim ben...